Sabah sabah aklına birden bire gelen konu canını sıktı. Unuttuğunu sanıyordu, hatta emindi. Uğradığı minik dükkanda karşısında duran takım elbiseli, siyah saçları geriye doğru taranmış, uzun boylu, hayli dikkat çekici adamın kuvvetli, kibirli ancak dalgın ve boş bakışları sersemlemesine neden olmuştu. Burnuna gelen kahve kokuları onu zar zor kendine getirdi. İnsanların, kayıp cennettin merdivenlerinden çıkarcasına takındıkları o delilik halini tanıyor ve tahammül edemiyordu. Sinirleri hoplamıştı. Yetmiyormuş gibi eteğinin ucunun sökük olduğunu gördü. Topuklu ayakkabıları da şimdiden canını yakmıştı.
-“Bir bu eksik. Aman ne güzel!” dedi.
Kendisine bakan gözleri fark edince tebessüm etse de kalbinin geçmişle, gelecek arasında sıkıştığını hissetti. Hatalardan ders alınacak, hazırlıklar yapılacak ve ileriye dönük hamleler hesaplanacaktı. Bu nasıl mümkün olabilirdi ki? Elinde kahvesi ile ofise girdiğinde kafası hayli karışıktı. Masasının başına hızla oturdu, derin bir nefes aldı ve gelen mesajları okumaya, yanıtlamaya koyuldu. Bir yandan da düşünmeden edemiyordu.
“Aşk, iki insan arasına giren bir şeytan!
İpekten kırmızı bir elbise giyiyor, hoş kokular sürüyor, en güzel sözcükleri, en sevimli bakışları seçerek dingin, duygulu insanları yaprak gibi dağıtmak, hatta savurmak üzere rüzgar gibi dolaşıyor yeryüzünde…”
İnsanların “birbirlerini anlaması”, “iletişimin önemi” üzerinde çıkan onca yazı okumuştu. Okumuştu, okumasına ama yaşamak, deneyimlemek başkaydı. Ne yapıp, ne yapamayacaklarını bilen onca kadın ve onca erkek neticede gözlerine inen büyülü bir perde ile ayrılıveriyorlardı diğerlerinden. Önce bir heyecan, özlem, telaş, ardından kuruntu, şüphe, kıskançlık, sen-ben kavgaları baş gösteriyor, giderek yapaylaşan sözcükler, meydan okumalar sessiz sedasız yok ediyordu büyüyü…
Hintliler geldi aklına. Onlar aşık olduklarında, bir işe girdiklerinde ve her konuda yıldızlardan yardım alıyordu. Bu çok yaygındı. Jaipur’daki diğer adıyla Pembe Şehir’deki Jantar-Mantar gözlemevinde yıldızlara ve burçlara, güneşin ve ayın ışıklarının dünyaya düşme derecelerine verilen önem, bu ilmi hala bayağı görmeye çalışanlara bir şekilde meydan okumaktaydı. Meteorolojik bilgi ne ise işte yıldızlar da yeryüzündeki canlılara rehberlik ediyordu. Evlilik tarihlerini dahi kendilerine sunulan harita içindeki uygun günlere göre belirleyenlerin sayısı çoktu. Öyle ya… Aşk devam edecek mi? sorusu herkesin kafasını meşgul ediyordu. Anlamak istiyordu insan, aşkı ve hayat denilen bu macerayı. Bu da maharet istiyordu.
Saniyeler içinde geçen ve her şeyin hala akılda olduğu bir anın insanı birden bire büyüttüğü, yepyeni bir kapıdan geçirebildiği ve rüzgar dört bir yandan esse de düğümün bazen de çözülmediği sonradan anlaşılmıyor muydu? Zaman geçtikçe keşfediyordu insan kendini. Acı olsun, korku olsun, sevinç olsun telaşsızca ilerleyerek yola devam ettiğinde şölen başlıyordu. Kendini buluyordu insan:
“Şeytanın karışamadığı halini!”
Aşk, sevgi oluyordu, kendini bulmuş iki insanla.
Denge beliriyor, kapılar açılıyordu.
Eros, kanatlarını açıp rahatça atıyordu pembe buluttan okunu.
Sarsıntı içinde deli deli gezenlerle değil, birbirine inanıp öne çekenlerle çıkıyordu tadı “kemikleşmiş dünyanın”.
Ve yıldızlar bambaşka parlıyordu…
F.Deniz Erdoğan
@fdenizerdogan
0 Yorum