Üç yaşındaydım, daha henüz gökcisimlerinin insanlardan farklı birer varlık olduğunu mantığıma sığdıramıyordum. Ay dede şarkısını harfi harfine algılamış olacağımdan, ne zaman aya baksam gözümde beyaz saçlı, gözlüklü, Noel Baba gibi bembeyaz sakallı bir yüz görürdüm. Koyu sohbetlere dalardık birlikte. Ay dede, bak saklandım şimdi, beni bulamazsın kii! Aradan birkaç sene geçti, ayın artık dünyanın fersah fersah uzağında bir uydu olduğunu öğrenmiş olmalıydım. Çünkü astronotların aya çıktıklarını dinlerken gözlerimi fal taşı gibi açmıştım. O küçücük ışık hüzmesine nasıl sığışmışlardı? Sapsarı bir pamuk şekerinin içinde birbirlerinin ayak bileklerini tutarak tek sıra emeklemiş olmalılardı. Başka türlü nasıl olsundu? Tıpkı luna parktaki gibi… Ne kadar da eğlenceli! Eh, o zaman ben de tabii ki büyünce astronot olup, pamuk şekerinin içinde hoplayıp zıplamalıydım!

Aradan ne yıllar – yeni aylar, dolunaylar – geçti ve gecelerin o muhteşem kahramanları, Küçük Prens’in değimiyle “gökyüzünde titreyen ışıklardan” ibaret oldu. Geçenlerde bir arkadaşım mektubunda “neden artık durup yıldızları seyretmiyoruz?” diye yazmıştı. “Hayat akıp gidiyor,” diyordu, “her anın değerini bilmeli”. Oysa sadece bir çocuğun hayal gücüne ilham vermekle kalmaz ay. Doğada da önemli yer tutar. Orkestra şefidir med cezirin… alçalıp, yükselir denizler, sıkışıp, genişler okyanuslar ay ve güneşim dansının etkisiyle. Bir nevi nefes alıp vermek gibi. Veya kalbin atarken kasılıp gevşemesi gibi… Güneştir bir yüzü ayın, gölgedir diğeri. İçine dönüp, arınıp, doğayı yepyeni bir parıltıyla aydınlatmak istercesine…

Ayın ahengine ayak uydurmak, doğayla da daha uyumlu yaşamanın bir parçası aslında. Tarih boyunca nice uygarlık tüm hayatlarını aya göre düzenlemiş. İncalar, ayın, güneşin partneri/eşi olduğuna inanırmış. Pek çok kültürde de çiftçiler tohumlarını yeni ayda eker, hasatlarını ise dolunayda toplarmış. Deyimler bazen ele veriyor bizi, zira hayatta da “ektiğimizi biçmiyor” muyuz? Aynı şekilde yeni ay, yepyeni başlangıçların (ekin) zamanı, dolunay ise bu girişimlerimizin filizlenip yeşerdiği ve tamamlandığı bir bilanço (hasat) fırsatı.

Ayın devinimleri, bir çeşit ruhsal ekolojiden farksız aslında… Nasıl maddi dünyada atıkların geri dönüşümünden bahsediyorsak, ay da duygusal atıkların geri dönüşümünü sağlamamız için bir rota sunuyor. Öfke, hınç, hayal kırıklığı, yılgınlık, günlük sıkıntılar konusunda bir farkındalık geliştirip, arınmamız salık veriyor ay. Sylvia Plath, “Ay ve Porsukağacı” şiirinde “ay benim annemdir” diye yazıyordu. Kosmostaki annemiz misali, ayın döngüsü yeniden doğup, ruhumuzu sürekli yenilememizi fısıldıyor.

İnsanın asırlar boyunca geliştirdiği pozitivist mantık, tabiatın akıl sır erdiremediğimiz, kelimelere dökemediğimiz kendi mantığıyla ne zaman çelişse, rasyonelliğe paye vermek eğilimindeyiz. Ama aylarca süren psikoterapinin, kutular dolusu antidepresanın, efkârlı dertleşmelerin çözüme kavuşturamadığını bazen doğa tek bir işaretiyle yapabiliyor… Betonun çatlağından filizlenen gelinciği, güzelliklerin her zaman kötülüklerinden üstesinden geldiğini anlatması ya da gökyüzünde kayan bir yıldızın göz kırptığında bize umudumuzu kaybetmememizi hatırlatması gibi.

Bir süredir ayla daha uyumlu yaşamaya çabalıyorum. Doğrusu astrolojiye yükselen burç ve “Merkür Retro” ötesinde hâkim değilim. Yine de doğaya ayak uydurmaya çalışmak yepyeni farkındalıkların kapısını aralıyor. Okyanusların, denizlerin, güneşin ve tüm tabiata zaman zaman kulak vermenin ne zararı olabilir ki? “Büyükler hiçbir şeyi asla kendi başlarına anlayamıyorlar; onlara her şeyi açıklayıp durmaksa çocuklar için gerçekten çok yorucu,” diyor ya Küçük Prens… Belki de gerçekten hayal gücünde ayla saklambaç oynayan çocuğun bir bildiği vardır. Veya Küçük Prensin tilkiye verdiği şu öğüdüdür gerçek olan: “Geceleri gökyüzüne baktığında, yıldızlardan birinde benim yaşadığımı ve orada gülüyor olduğumu bileceksin. Bu yüzden sana sanki bütün yıldızlar gülüyormuş gibi gelecek. Bütün dünyada yalnızca senin gülen yıldızların olacak.” Belki gerçekten de yıldızların, ayın, insanların hayatı üzerindeki etkisi sandığımızdan daha fazladır, kim bilir? Değil mi ay dede?

Özgün Özçer

0 Yorum

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir