Bitmek bilmeyen işe gidiş-geliş yolculuklarımdan birinde yine bir aydınlanma anı yaşadım –bu sefer bu aydınlanma direksiyonda uyurken üzerime gelen otobüsün farı değil gerçek bir aydınlanmaydı-…

Herşey Ken Robinson’un The Element kitabı ile başladı. Kitap, genel anlamda ne için yaratıldıysanız onu bulmanız, ve onu bulursanız yaşayacağınız o daim mutluluk ve tatmin duygusu ile ilgili…

Kitabın bir noktasında “insan” olgusuna değiniyor.

Yani “insan” %75 su geri kalanı aminoasit ve protein hücrelerinden oluşan bir alaşım mı? Yoksa daha anlamlı bir şey mi?” tartışmasını her iki yönü ile açıklarken bir analoji yapıyor yazar. Dünya ve Dünya’nın Kozmoz’daki yerinden bahsediyor.

Önce Dünya ve Merkür, Venüs, Mars ve Pluto arasında Dünya’yı gösteriyor. Burada Pluto Türkiye’nin bir gezegen olmuş hali kadar kalıyor, Mars Dünya’nın yarısı, Merkür dörtte biri kadar Venüs de en az %25 daha küçük. O görsele bakarak kendinizi iyi hissediyorsunuz. Demek ki önemli bir gezegeniz. Biz büyüğüz…

Sonra Dünya’yı Jüpiter, Satürn, Uranüs ve Neptün ile kıyaslıyor ki, o noktada hafiften ezilmeye başlıyorsunuz; Dünya Jüpiter’in yanında portakalın yanındaki mercimek tanesi kadar kalıyor…Yani bu noktada Dünya, Konya kadar bir gezegen oluyor belki Kadıköy…

Sonra Güneş ile Jüpiter’i kıyaslıyor ki, o zaman Jüpiter mercimek konumunda biz portakaldaki vitamin kadarız! Ve…”Vay anasını, ulen güneş de güneşmiş haaa!” falan diyorsunuz.

Sonra devreye Sirius, Pollux ve Arcturus giriyor, Güneş, Arcturus’a kıyasla karpuzun yanındaki mercimek tanesi kadar oluyor, biz ise atom boyutundayız. Arcturus, gönülleri fethediyor, inanılmaz bir büyüklük, akıllara zarar bir boyut. Güneş çok zavallı kalıyor.

Sonra geliyor sıra Antares, Betelgeuse, Aldebaran, Rigel ile bizim yüce Arcturus’un karşılaştırılmasına, bu noktada Arcturus, “Ey Arcturus, boşuna övünme, senden büyük Antares var!” mesajı ile Evren’de kendi küçük yerini hazmedip köşeye çekiliyor…Çünkü Antares’in yanında Arcturus basket topunun yanındaki bir mercimek tanesi kadar kalıyor, Güneş zaten ancak o basket topunun üzerindeki toz zerresi ebadında, bizim dünyamız o toz bulutunun yanındaki mikron boyutunda, yani hala Dünya bir toz bulutu, hatta daha beter toz zerresinin içindeki toz molekülü.

Bu ise Evren’de bize 1000 ışık yılı uzaklıktaki gezegenler ile kıyaslanmış halimiz. Hubble teleskopu bize 170 000 ışık yılı uzaklıktaki gezegenleri gösterebiliyor, yani biz daha Evren’in görebildiğimiz kadarının 170/1 I ile mikro Dünya’yı kıyaslıyoruz!

Tabi ki bu bilgiyi edinir edinmez, bunu bana 15dk ışık yılı mesafede olan herkes ile paylaştım. Hala da bu inanılmaz kıyaslama ile Evren’in içinde ne kadar da ufacık ne önemsiz ne de mini minnacık bir varoluşta hayat sürdüğümüzü düşünüyorum.

Yani aya gittik diye onca tantana…Uzayda bizden akıllı canlılar büyük ihtimalle kozmik dötleri ile bize gülüyorlardır. Bir arpa boyu yol gitmemişiz. Zavallı bir karıncanın TEM’e çıkıp 10mt öteye gittiği için kendi kolonisinde müthiş kutlamalar yapılması gibi!

Ben bu boyutta Evren’i hala algılamaya çalışırken, bunu heyecanla paylaştığım arkadaşlarımdan biri bana:

“Ay düşünsene onca büyüklük bizim için var!” dedi.

Ben tabi ki bu düşünce karşısında çok şaşırdım, çünkü hala Evren için çok önemsiz olduğumuzu düşünürken, insanların kendisini bu derece önemli görüyor olması fikrime tezat oluşturdu.

Neden böyle düşündüğünü sorduğumda bana:

“Ama başka gezegenlerde hayat yok ki!” dedi.

Yani bize göre yok!

Neden çünkü biz etten ve kemikten ölümlüleriz.

Ve işte o zaman ne kadar zavallı olduğumuzu bir kere daha idrak ettim. Belki akıllı hayat formları; termik enerji, dalga boyu, radyasyon, ses dalgası olarak var oluyor.

“Mars çok sıcak canlı yok!”

Belki adamlar termik enerjiden oluşuyor ve cayır cayır hayat dolu orası.

Jules Verne’in bile gelecekte yolculuğun uçan gondollar ile yapılacağını öngördüğünü düşünürsek, ancak bildiğimiz ve alıştığımız formlarda bir yaşamın var olduğunu öngörebiliyoruz. Ve kırılgan türümüz, maddi varlığı ile Evren’de bir mikron yer kaplıyor.

Şimdi bütün bunları, yazımın başlığı olan Et’e bağlarsam.

Hayal gücümdeki farklı enerji formundaki uzaylıları düşününce, biz Dünya’lıların et ile vücut bulmalarını çok acıklı buldum.

Bu kaba madde o kadar anlamsız ki; bunu sürdürmek için ne çok uğraşıyoruz.

Bunu beslemek, iyi bakmak, dişlerini fırçalamak, akşam uyurken üşümesin diye yorganlara sarmak, aman pipisi görünmesin diye don falan giydirmek gerekiyor.

Hemen hastalanıyor, hemen çürüyor, hemen eskiyor.

Bundandır ki bütün canlıların gayet normalleştirdiği her şeyi bir ritüelleştiriyoruz. Doğum, ölüm, üreme, yemek, uyku…değersiz ve dayanıksız olduğumuza inanmak istemiyoruz.

Bu aynı bir böceğin bize bakıp “Anteni yok hiçbir şeyi algılamıyor” demesi gibi “Radyoaktivitesi çok yüksek hayat yok!” diye burun kıvırdığımız o gezegenlerde muazzam konforlu, eğlenceli, yükü olmayan ışıl ışıl radyoaktif hayatlar olabilir.

Bir dalga boyu olarak bulunsak fena mı olurdu?

Bir öğle yemeğinde başka bir arkadaşıma coşku ile bu fikirlerimi anlatırken bana “aaa ama o zaman böyle lezzetler olmazdı, moda olmazdı” dedi.

Yahu gülüm sen hala ette misin?!

Belki o zaman ne kadar iyiysen ya da ne kadar zekiysen o derece parlak bir renk olacaktın ve moda muhteşem mor bir dalga boyunda parlamak olacaktı. Ya da lezzet dediğin şey şu an bizim kısıtlı duyularımız ile algıladığımızdan çok daha zengin bir şey olacaktı.

Aydınlanmam budur ki, etten olmak çok kötü.

Evren’de zaten bir hiçiz, hem de etiz.

Bu yüzden de yaşlanıyoruz, ölüyoruz, aldatıyoruz, onu giydirmek, barındırmak, bir yerden bir yere taşımak, ondan bir canlı çıkarmak için şu ufacık gezegendeki kısacık ömrümüzde debelenip duruyoruz.

Ve hala ilkel çağlardan kalmış bir tapınma güdüsü ile, kendi Dünya’mızdaki en yüce değeri Tanrı’mıza bağışlıyoruz. O ne ET?!

Melda Göknel

https://www.meldagoknel.com/

One Responses

  • Ayfer Gümüş

    Muhteşem bir bakış açısı olmuş Melda Hn.

    eti coronadan korumak için aşı beklenilen bir dönemde bence harika bir bakış aşısı 🙂

    Yanıtla

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir